6 Ağustos 2008 Çarşamba

Leylek leylek havada

Tatilde serin sularda kulaç atarken tepemizden iri kanatlı bir leylek geçti. Tamam dedim, bu aralar gör dötüm yollar...

Tatil dönüşü tek bir gün işe gittim. İşler yığılmış tabii, akşam 9 a kadar ofisten çıkamadım. Ertesi gün Almanyaya gittim. 3 günlük seyahatin eğlence ile alakası yoktu ama berbat Allendorf köyü yerine Franfurtta toplantı ilaç gibiydi, hiç şikayet edemem.
Düdükcanın uyumlu bir velet olacağını düşünüyorum. Uçağa bineceğim sabah hariç hiç midemi bulandırmadı. Ona da çözüm buldum gibi. Kalkar kalmaz 2 tuzlu kraker üstüne 15 dk daha uyku, sonra hiç bulantı kalmıyor. İlker verdi bana bu aklı, biryerlerde okumuş.

Frankfurt gündüzleri milyona yakın kişiyi ağırlarken gece sadece 60.000 kişinin ikamet ettiği bir ticaret ve finans şehri. Main nehri boyunca yürüyüş yapanları, bisiklet binenleri görünce ah dedim insanlar ne insanca yaşıyor bazı medeni memleketlerde. Her yer müze, her yer yeşil...
Yemek yediğimiz yerler ilginçti. İlk akşam geleneksel bir lokantaya gittik. Göt göte oturduk, elma şarabı vardı. Sirke gibi kokuyordu, kimse alınmasın. Hamile olmasam da içmezdim herhalde :) ama menü müthişti. Sadece domuz eti vardı. Hadi biz alışkın değiliz yemiyoruz mereti, ee peki garibim vejeteryanlar napıyor bu memlekette? Meğer Avrupa genelinde vejeteryanlık trend olduğu için sadece onlara hitap eden lokantalar pek pahalı oluyormuş. Canım Türkiyemde bir zeytinyağlı menüsü seçtin mi canavar gibi yersin sebzelerin her türlüsünü. Öyle kokoş vejeteryan lokantasına ihtiyaç bile hissetmezsin. Ben o akşam tavuğa da razıydım da et namına yenebilecek hiçbirşey olmadığından haşlanmış patates yanına krem peynirle akşamı geçirdim. Erkenden otele kaçtım, nasıl uyumuşum:) Ertesi gün tüm gün toplantıda geçti. Akşam gruptan sadece 2 kişi kalmıştık, erken bir akşam yemeği üzerine biraz alışveriş yapar mıyım dedim. Meğer dükkanlar 7 dedin mi kapanıyormuş. İnanılmaz birşey, hava bile kararmıyor. Yemeği 30 yıldır hizmet veren bir gay barda yedik. Adı Grossenwahn, çok çılgın gibi bir anlamı varmış. Gerçekten öyle. Duvarlarda feminen yazılar, kadın ağırlıklı afişler... Üniversitedeyken Beyoğlunda Alman Biraevi diye bir mekana takılırdık. Süper müzik yapan bir grup vardı. İşte mekan aynen oraya benziyor, sadece burada yemek yiyebiliyorsun. Menüsü elle yazılmıştı ve İngilizcesi yoktu, sebebi menünün hergün değişmesiymiş. Sade ama her türden nefis seçeneklere sahipti. Ben pesto soslu spagetti yedim. Herhangi bir restoranda yememiş olmama rağmen evde kendimce deneyip çok beğendiğim bir tarif vardı. Ama aklımda hep acaba gerçekten pesto sos böyle mi oluyor sorusu!! Yanımdaki İtalyana tattırdım, usulüne uygunmuş. Derin bir oh çektim, içgüdülerimle doğru tarifi deniyormuşum meğer. Yine tanımadığımız insanlarla aynı masayı paylaştık. Bir de Almanlara soğuk derler, her daim dipdibeler.
Ev sahibi Robert bize yemek sonrası kısa bir şehir turu yaptırdı. Müzeleri, katedrali, 2. dünya savaşında yerle bir olduktan sonra aslı korunarak yapılan meydanı gösterdi. Ufak ama şehrin havasını koklamak açısından güzel bir turdu. Zaten iş seyahatine gidip de fazlasını beklemek iyimserlik olurdu.
Son gün gördüğüm tek şey havaalanı oldu. Aktarmasız İzmir uçuşu pek yormadı aslında sadece Almancıların kalitesizliği her noktada kendini gösterdi. Yüzlerce bavulla ve sürü halinde seyahat etmelerinden tutun da yanımdaki türbanlı din gösterişçisinin gereksiz kibarlığına kadar yolculuğun bu tarafından hiç hoşlanmadım. Evet gösterişçi!! Sanki kıbleyi biliyormuş gibi oturduğu yerden namaz kılması, ne yapıp edip yanındaki delikanlıyı arka sıraya gönderip yanına yaşlı bir teyzeyi oturtunca rahatlaması, islami usullere göre kesilmemiştir diye verilen tavuğu dahi yememesi bir de üstüne Kur'an-ı Kerim açıp okumasına gösterişten başka bir anlam yükleyemedim! Tabi benim de Soner Yalçın'ın "Siz Kimi Kandırıyorsunuz!" kitabını açmam tam bir ironiydi.
Bu arada kitap süper. Tatildeyken almıştım ve inanılmaz sardı ! 1 haftada bitirdim. Tarihin tozlu raflarına el atıyor yine ve üzerindeki sis perdesini kaldırıyor. Bunları ve benzerlerini okumak lazım ki üzerinde yaşadığımız coğrafyanın bize öğretilmeyen tarihinden kendimize dersler çıkaralım.

27 Temmuz 2008 Pazar

bir yol hikayesi - bölüm 7 : tatil bitiyor ama ya aksiyon??

11 temmuz cuma...
Sıcak bir sabaha uyandık, eşyalarımızı arabaya koyduk, bugün hedef Dalyanda Bacardi Turu.

Ali Kaptanın meşhur teknesine bindik. Dalyanda yüzlerce tekne var. Hemen hepsi Ekincik turu yapıyor, dolayısı ile tüm tekneler içiçe denize giriyor. Ali Kaptanın sadece çarşamba ve cumaları yaptığı Bacardi turu çok farklı. Yine İztuzu plajı var ama denize açıldığında sola doğru dümeni kırıyor ki bakir koyların tadına varalım.

Tat deyince aklıma geldi. Tatile çıkalı 5 gün oldu, hep denize yakın takıldık ama daha balık yiyemedik derken, sabah Ali Kaptanın elinde balıkları görünce derin bir oh çektik. Öğle yemeğinde ıssız bir koya yanaştık. Burada 15 gündür yaşayan 2 yoksul amca vardı. Ali Kaptana ve hanımına yemek için yardım edip karşılığında yemekten nasipleniyorlar. Baktık biz teknede uyuklarken millet ateşin başına çöreklenmiş. Meğer balıkların sayısı azmış, hamileyim ya :) sonuncuyu ilker benim için kaptı, az biraz kızlarla paylaştım. Tek balık hadisemiz de bu kadarcık oldu.

Caretta caretta göremedik maalesef. İztuzunda yengeçler de pek tatmin etmedi. Derken dönüşümüzde hava bir karardı, karşıki dağlara bulutlar yüklendi. Tatilin bittiğinin habercisi gibiydiler. Biz de yüklendik eşyalarımızı doğru Marmarise.
Yolda şimşekler, yağmur, fırtına... müthiş bir tatil vedasıydı.

Marmariste biraz yürüyüş yaptık, özlediğimiz Burger Kingten yeme fırsatı bulduk ama otele geldiğimizde pişman olduk. Çünkü Çınar Muğla Evleri aslında lokantaymış, hem de kocaman bir menüsü varmış, hatta balık bile varmış!!! Kokoşlar yer yatağını tercih etmedikleri için Muğla evlerinde kaldı, biz yer yataklarında yattık, ördek, kurbağa ve tavuk sesleri ile harika bir gece geçirdik.
12 temmuz cumartesi...
tatil bitiyor. Son günümüz.. Arabamız bozulmamış olsaydı bugün Gökova turuna çıkacaktık ama üst üste 3. tekne turu bünyemize ağır geleceğinden vazgeçtik, hem eve erken dönmenin sakıncası yok. Çınar Muğla Evleri, sadece kahvaltısı için bile kalınabilecek bir yer. Ekmekler orada yapılıyor, yumurtası balı bir başka. Gökova turu için bir haftasonu kaçamağı için yine burada kalmayı planlıyoruz. Sanıyorum tüm tatil boyunca en sevdiğimiz otel burasıydı. Yıllar önce kahvaltı ve lokanta olarak açılmış, sonra otel olarak da hizmet vermeye başlamış, yayla evlerindeki odalar her türlü konfora sahipti ve yer yatağı da inanılmaz rahattı.

Sorduk soruşturduk, birkaç saatimizi nerede denize girerek değerlendiririz diye. İncekum plajını önerdiler. Sedir Adası yolundan birkaç km ilerleyip arabayı bırakıyorsunuz, traktörlerle plaja indiriyorlar. Aman tanrım!!! tam bir günübirlikçi cenneti, piknik sepetini kapan, haşemasını giyen gelmiş. Bizim gibi normal insan evlatları da vardı ama azınlıktaydık. Bir ağaç gölgesine doluştuk. Ama keyfimiz kaçık. Alışmışız bakir koyların fatihi olmaya burda terliğini bırakacak boşluk yok. Neyse dedik ki bir denize girelim sonra toparlanır başka yere gideriz. Orçun, Gül, ben İlker daldık sulara, kalabalıktan arınalım diye kulaçladık uzaklara, iyice açıldık. Birden kıyıdaki kalabalığın arasında bir panik havası oluştu. Çığlıklar, kaçışmalar, yoksa köpekbalığı mı paniği yaşadık ama sadece birkaç saniye, çünkü insanların arasına karışan BADEM'di. Milli fokumuz BADEM. Bir ara kalabalıktan sıyrılıp açığa geldi, bize birkaç atlayıp zıplama hareketi sergiledi sonra yine kalabalığa yanaştı. Bir genç kıza öyle saldırdı ki - yada uzaktan biz öyle gördük - acayip tırsmaya başladık. Hamileyim ya bana böyle aksiyonlar yasak diye, İlker hadi dedi kenarda kenardan çıkalım denizden, ne olur ne olmaz. Hızlı hızlı yüzüyoruz kıyıya, geliyor demeye kalmadı o badem gözleri ve minik burnuyla burun buruna geldim. Bastım tabii çığlığı. Geçtim ilkerin arkasına siper aldım karnıma bu arada Tufan kıyıdan sürekli deklanjöre basıyor hain :) hadi biz yırttık, arkamızda Orçun başladı fokla boğuşmaya, güle hadi çık diyor, gül orçunun başı dertte sanıyor, geri dönmeye yelteniyor. Neyse ki sonunda bizimle pek eğlenemedi, başkalarına sardı.
(Bu resimdekiler tabii ki bizler değiliz, bizim dehşet fotoğraflarımızdansa bu mutlu tabloyu koymayı tercih ettim)
Bademi ofisteki arkadaşımın mavi yolculuğu sırasında çektiği video görüntülerinden görüp zararsız olduğunu düşünmüştüm ama sonraları gazetelerde çıkan yaklaşmayın haberleri sanıyorum bilinçaltıma yerleşmiş, açıkça korktum. Hamileliğin etkisi de var tabii, ne de olsa 150 kiloluk bir yaratık ve huyunu bilmiyorsun. Kıyıdan Bademi izlemek acayip eğlenceliydi. İnsanlarla bu kadar içiçe olması onun için yarar mı zarar mı bilmiyorum ama doğal bir yaşam şekli olmadığı kesin. Geçen hafta gazetede okudum, yaz aylarında bir havuza kapatılması uygun bulunmuş. Her insan bizim gibi değil ki, zarar verenler de olabilir.
Belki de bizlerden uzakta yaşaması onun için daha uygun.
Adrenalin yüklü tatilin son günü de işte böyle geçti...
akşam sonunda kendi yatağımızdaydık...

Sonra düşündüm, insanları tatilde tanırsın lafı ne kadar doğru.
Yıllardır bildiğim insanların bilmediğim ne kadar çok yönü varmış.
Mesela;
1. Orçunun gülü bu kadar sevdiğiini bilmiyordum :) hani yangından foktan kurtarması bi kenara hergün deli gibi süt içiriyor, kemik erimesi olmasın diye
2. Herkesin yemeklerle ilgili takıntıları var; ilkerle ben maydonoz, gül dışarda salata, tufan dışarıda hemen hemen hiçbirşey yemiyor. Orçunla Zeynepin çok takıntısı yok yemek konusunda
3. zeynepin kedi ve köpek takıntısı benimkini bile geçiyor.
4. herkes benim deli manyak bir haşlanmış mısır manyağı olduğumu öğrendi tatil boyunca. çünkü pis sularda haşlanmıştır diye dışarıdan alamadım ama ağzımı suyu aktı.
5. tufan mutlaka sabahları kahve içmesi lazım ayılması için ve bir dahaki tatili muhtemelen herşey dahil 5 yıldızlılarda geçirecek.
....
evet evet insanları tatilde iyi tanıyorsun, onlar da seni...

21 Temmuz 2008 Pazartesi

bir yol hikayesi - bölüm 6 : heyecana biraz ara

9 temmuz çarşamba...
sabahın erken saatlerinde kaya misafir evinden ayrılırken filiz hanımın annesini çektim kenara nefis yayla çorbasının tarifini aldım, yakında deneyeceğim.
Heyecana biraz ara başlığını attım ama yolumuzu kaybettik diye 2 defa aynı yolu gitmemizi saymadığım için.

Hamile filan demedim Tlos a tırmandım, kimse engel olamadı bana. keçilik çocukluktan kalma, ağaçtı, tepeydi dinlemez tırmanırdım. ilker çok şekerdi, baba ya beni tırmanırken korumaya filan çalışıyor ama saklıkent macerasının sonunda itiraf etti, ben bu işte ondan daha dengeli ve başarılıyım. Saklıkentteki buz gibi sular, tanrının eliyle açtığı su yolları yorgunluğu filan unutturdu.

Ama benim ofis ve telefonlar yine rahat bırakmadı. ne araba ne de diğer tüm sıkıntılar benim tatilimi boka çeviren sanıyorum bu boktan işler oldu. Fethiyede nasıl yamaç paraşütü canım çektiyse saklıkentte de raftinge aş erdim ama kimse yemedi, dolayısı ile adrenalin bir sonraki tatile kaldı benim için. akşam göceke uğradık. Tatil planı yaparken dediler ki Göcek pahalıdır, kalacaksanız Ortacada kalın, Göcekte 12 adalar turuna çıkarsınız. Tavsiye edilen tekneyi görelim önce dedik. Meğer günlük turlardanmış, hani masalı olanlardan. ne yatabiliyorsun ne de rahatça denize girebiliyorsun. EE kaldık mı yine düdük gibi? Oturduğumuz kafedeki garson imdadımıza yetişti birkaç özel tekne ile görüştük, biraz tuzluya mal olmakla beraber sadece kaptan eşi ve bizim grubun olacağı tur için anlaştık. yemekler bizden... İnanılmaz yorulduğumu otele gidince anladım ve de acıktığımı. hayatımda hiç bu kadar mutsuz hissetmemiştim. Kötü ve pahalı bir yemek yedik, direkt otele kaçtık uyumaya. Otel kaldıklarımız içinde en ucuzu idi. Sürekli etrafta dolaşan köpek öncelikle zeynepi sonra da beni acayip rahatsız etti. Otelin dışı da çok farklı değildi, heryer köpek...
10 Temmuz Perşembe...
huzurluydu, neden?
1. beni ofisten aramadıkları tek gündü.
2. yemekleri kendimiz getirdiğimiz için tufan rahatça yemek yiyebildi
3. salatayı biz yaptığımız için gül rahat rahat salata yiyebildi.
4. tekne tek başımıza bizimdi istediğimiz her koya irip çıkabildik.
Göcek gerçekten cennetten bir köşeymiş, kaptanımız ve eşi çok genç bir çiftti, bizimle yüzdüler, mutfaklarını kullanmamıza bişey demediler hatta onlara az iş düştü diye acayip sevindiler. Muhteşem sulara bıraktık kendimizi, defalarca metrelerce yüzdüm, tüm yılın stresini belki de sadece bugün atabildiğimiz hissettim. Arka fonda Orçunun "bugün perşembe tatil bitiyor" mırıltıları olmasa tabi herşey daha iyi olurdu :)
O akşam farkettik ki bizim için gecelere akmak hayal, bütün gün denizde canımız çıkıyor ve sonrası direkt yatak. neticede kimse ilkerin karaoke bar teklifine yüz vermedi ve sakin bir gece için yemekten sonra otelin yolunu tuttuk.

20 Temmuz 2008 Pazar

bir yol hikayesi - bölüm 5 : heyecana devam

Usta dedi ki "I IH ben yapamam, merkez servise götürün bunu" hadiii... kaldık düdük gibi ortada. olsun bizi kimse döndüremez yolumuzdan. Kekova turuna çıkacağız! eşyaları aşağı bıraktık, arabayı Petera teslim ettik, kiralama şirketi akşam bir transfer aracı ayarladı bize, 7 de alacak, kayaköye götürecek.
Kekova turu berbat başladı, çünkü tura kara yoluyla başladık. benim bulantım filan yokken kusacağım, öyle kötü kullanıyor arabayı, sanırsam şoför öküz genleri taşıyordu. Dedim ki mızmızlanma hamilesin sana öyle geliyor. Yok ayol indik çoluk çocuk herkes perişan. Deniz böyle sallamaz adamı. Kekova turu muhteşemdi. gölgeyi katık bütün gün yattık, hemen her yerde denize girdik. Tekneden atlayamıyorum, acaip koyuyor ama olsun denize girebilmek bile muhteşem. derken farkettim ki fotograf makinasının hafıza kartı laptop da laptop da evde kalmış!!! buyrun burdan yakın! dolayısı ile kekova turuna ait tek fotograf aşağıdakinden ibaret.

Yemekleri tufan beğenmemesine rağmen bence teyzenin köftesi müthişti. yemekten yana hiç sıkıntım olmadı, zaten deli gibi yiyorum. Teknede cepimde dünya kadar ofisten mesaj vardı. Fena çok fena bakanlıktan garanti belgesi dönmüş. Ankarayla istanbulla konuştum, acayip sinirlerim bozuldu. Dedikleri herşeyi tam yapıyorsun, onayını alıp, tamam deyip tatile huzur için çıkıyorsun, hadii bilgisayar bul çalış diyorlar sana. akşam turdan yine genleri bozuk şoförle döndük otele. Peter sağolsun bilgisayarını verdi, yapabileceğim kadarıla 1 saat uğraştım, ilker Kaşa inip hafıza kartı aldı. Orçun otelin önünden denize girdi, arabanın biraz gecikeceğini öğrenen ilker kendisine katıldı, şen şakrak işler düzeliyor derken, transfer araç 7 de gelmesi gerekirken tam 9 da geldi. içinden hayatımda gördüğüm en kaba insan çıktı, ilker adamı dövmemek için nasıl bu kadar sabırlı oldu hala bilemiyorum. Bir de yanlış anlaşılma olmuş diye yalan söyledi. Virajlı yollarda birkaç kaza tehlikesi atlattık, bir defa ilker arabayı sağa çek, telefonla öyle konuş diye adamı tersledi, zeynep arabada hamile vardan yaşamak istiyoruma kadar türlü şikayetlerde bulundu, ilker adamı dövmesin diye sarsıntıyı bahane edip öne yanına geçtim. Fethiyeye geldiğimizde öküz insan arabayı başkasına verip defoldu gitti. yerine gelen adam acayip neşeli bir şöfor, ondan öğrendik ki öküz herif patronmuş, ve 5 te fethiyeden kaşa doğru yola çıkması gerektiğini bildiği halde 7 de çıkmış. güç bela Kayaköyde Kaya misafirevine vardık, saat 11 di ve yemeğimiz odalarımız hazır bizi bekliyordu, Orçunun "iyi akşamlar herkese" narası tüm tatilin esprisi oldu. Korkunç akşamın üstüne otel ilaç gibi geldi. Sahibi Filiz hanım dağcı, İngiliz arkadaşının oteli olan bu evi dara düşünce geçen yıl almış, annesi babası ile birlikte işletiyor. İşi yükü ağır ama yemekler servis öyle özenli ki insanın istemeye istemeye yaptığı iş böyle olursa istese neler yapar diyesi geliyor. Hayatımızın en güzel uykusunu çektik, mis gibi dağ havasıyla birlikte.

8 Temmuz Salı..
Sabah kalktığımızda birşeyin farkına vardık, dağ başındaydık ve arabasız 6 kişiydik. Küçük bir otel ve zeyneple ikimizi tedirgin eden köpekler... arabanın akşam fethiyeye getirileceğini öğrenmek biraz rahatlattı ama oyalanmamız gerekiyordu. Babam buraların tandırının meşhur olduğunu söyleyince yürüme mesafesinde bir tavsiye aldık. Akşam üzerine kadar kimi havuza girdi, kimi okey oynadı, sonra gydik spor ayakkabılarımızı çıktık yollara. 400 metre denen heryere en az 2 km vardı, kuşkusuz yöre halkının mesafe tayini biraz zayıf.. sonunda bulduk lokantayı, bu defa yemek konusunda benden daha hamile hassasiyeti olan tufan kuzu kokusuna dayanamayıp aç kaldı. Protein niyetine götürdüm etleri, epey de güzeldi aslında. üzerine bir güzel uyumuşum ooooh. arada ofisle görüşmelerimden ve de sinir bozukluklarndan bahsetmiyorum tabi. Akşam ilker minibüsle fethiyeye inecek, arabayı teslim alacak. Koşarkn yaşlı bir çoban teyze ; " ya yiyonuz yiyonuz, şişiyonuz, sonra koşuyonuz annamadım ben bu işi" diye kocama laf atmış. ilker de "yok teyzecim dolmuş arıyorum, burdan mı geçiyor" diye sormuş, cevap "ben daha fethiyeyi görmedim kayaköyden çıkmadım ki" olmuş. TV den zayıflamak için şehirlililerin koştuğunu spor yaptığını filan biliyor da daha 10 km uzağı görmüşlüğü yok, yurdum insanı işte..
Vee.. ilker arabayı getirdi, nasıl da özlemişiz özgür olmayı, akşam bunun şerefine Hisarönüne indik.
düşük kaliteli İngilizlerin mekanı olmuş zorlama bir tatil beldesi havası hakimdi. barlarda oturasımız bile gelmedi. Nerde Kaşın samimiyeti nerde buranın sıradanlığı..
neyse birgün arayla planlarımıza devam edebiliriz, yarın Ortacadayız ama önce Saklıkent ve Tllos.

19 Temmuz 2008 Cumartesi

bir yol hikayesi - bölüm 4 : aksiyon dolu tatilde ilk 2 gün

5 temmuz cumartesi...
yapılacak çok iş var ama bu düdükcan uykudan başka birşey yaptırmıyor insana. evet arkadaşın cinsiyetinin belli olmasına daha çok var, unisex bir isim düşündük, düdükcan da karar kıldık. nasılsa anlamıyo şimdilik, dalgamızı geçiyoruz. pedikürden dönüp evde uzanmış "birdcage" filmini izlerken telefon çaldı, ilkerin arabası serviste olduğundan benimki aldıydı, şimdi kiralık aracı almamız gerekiyor yani ben acele aşağı inicem, taksiyle sahile geçicem, yoldan beni alacak, iki araba döneceğiz eve. tam kapıdan girerken yine telefon. Gülle orçunun apartmanda tüp patlamış, zeynep yakınlarda olduğu için olay yerine gitmiş, şimdi ben arayıp soraymışım. zeynepi aradım, sokmuyorlarmış kimseyi apartmana. tabi telaş... gül içerde... neyse ilker kiraladığımız arabayla aldı beni hemen gittik, sokağa girer girmez ağır bir koku... sonraki günlerde duyduğumuz her mangal kokusu bize o anı hatırlatacaktı kuşkusuz. Orçun polisleri filan dinlememiş dalmış içeri, kapmış gülü, aşağıdalar. zeynep tufan hep oradalar. allahtan tüp değilmiş, klimanın elektrik kontağından çıkmış yangın ve söndürülmüş ama bütün apartman is. halılar ıslanmış, titiz gül bir taraftan eşyalarını topluyor bi taraftan halılara yanıyor. erkekler halıları kuru temizlemeye götürdü. bana iş yaptırmıyorlar, zeynep yerleri sildi. ev tamamen is kokuyor, kalamazlar orada. tatil eşyalarını toplayıp bize geldiler. işin kötüsü akşam 8 olmuştu ve daha ben bavul filan toplamamıştım. tabii bir dünya şey unutuldu. ilkerin annesine gittik mis börekleri taze meyvesularını aldık. sabah planımız 4 te kalkıp yola çıkmak!!!
6 temmuz pazar...
kalktık, tam 4 defa birşeyleri unuttuğumuzdan eve tekrar girdik, su- tüp kapatmak, ilkerin cüzdanı, benim şapkam... bir de tamamen unuttuklarımız var, IPOD, tabu oyunu, tavla, kitabım, havlu... üstüne zeynepi almak için arabadan inerken meyvesuyu dolu termosum düştü kırıldı. Nazar dedik geçiştirdik.
Aydın otoban çıkışında kahvaltı ettik... temiz havayı içimize çekerken tatili iliklerimizde hissetmeye başlamıştık. yangın, unuttuklarımız, herşey geride kalmıştı, önümüzde 1 haftalık huzur dolu bir tatil vardı ???
ölüdenize vardık, burada denize girip, birkaç saat dinlenip Kaşa doğru yola devam edecektik. Ölüdenizde 2 şezlong + 1 şemsiyenin fiyatının 15 ytl olması bile moralimizi bozmadı. fethiyeden çıktık, ilkerin sigara içesi geldi kıllık yaptım mola verip için dedim. dağ başında durduk, sigaralarını içtiler, arabaya bindik, vites geçmiyor!!! geçtiği vites değişmiyor... 1 2 3 olmuyor. kaldık dağ başında, saat 6!! araba kiralama şirketini ve servisi aradık, kaşa kadar 2. vitesle gidin dediler. 60 km gittik... ama sahilin bu kadar muhteşem olduğunu başka türlü bu kadar içimize sindiremzdik zira yol 2 saatten fazla sürdü. bu arada amacımız akşam sanayiden usta bulup ertesi güne kadar arabayı hazır ettirmek kekova turundan dönüşte basıp kayaköye dönmek. güç bela otele geldik. Medusa Otelin sahibi Peter çok sevimli bir ingiliz, bize acayip yardımcı oldu. yataklar çok rahat değilse de misafirperverlik 1 numaraydı. bizim için her ihtimale karşı 1 gece da oda ayarladı. Akşam tavsiye mekan Arabın yerine gittik. Biz balık lokantası sanıyorduk, ilgisi yokmuş. Ama hanımı bir ordöv tabağı hazırlıyor, sadece onu yemek bile yetiyor. Hayatımda hiçbir lokantada bu kadar lezzetli mezeler yememiştim. Arap ile karısı meğer Kaş restoranın efsanevi aşçılarıymış, sonra kendi yerlerini açmışlar. Arap bizi meydandan alıp lokantaya götürdü, küçücük mekan. başımıza gelenleri duyunca 1 soda şişesini kırdı, hah dedi nzar filan kalmadı üzerinizde! O gün farkettim ki bu düdükcan hadisesi en çok birada beni vuruyor. Ya bir kokuyor, içicem nerdeyse.. tatil, mis gibi yemekler, gevşemek için 1 şişe bira tam ihtiyacım olan şey ama maalesef... otele döndüğümüzde yorgunluktan ölmek üzereydik ama usta piyasada yoktu. Gece gelmiş, bişey göremeyince sabaha randevu vermiş....

1 Temmuz 2008 Salı

bir yol hikayesi - bölüm 3 : SÜRPRİİİİİİİİZZZZZZ!!!

deliler gibi planladığımız tatile 10 gün kalmışken, hazırlıklar tam gaz devam ediyorken bu ağzımızı sulandıran organizasyonu ikinci plana atan nedir??? hadi bakalım???
yarı final maçını tufanda izlemeye karar verdik, kızarmış patates ve tavukla 2 birayı yuvarladım, buz gibi sular içtim üstüne. ertesi sabah bir mide ağrısı, üstelik midem de bulanıyor. mideyi fena üşüttük dedim. bu sıkıntı bütün gün sürerken, birden bir ampul yandı kafamda... ilkeri aradım, gerekli testleri al, evde buluşalım!! eh beni acayip tanıyan bir kocam var, 2 tane almış. POZİTİF!!! ama beni tatmin etmedi tabii ki. ertesi gün kan testi ve ultrasonla kesinleşti. 2 ay kadar önce olmuyor işte diye kuduruyordum, şimdi hiçbir şey hissetmiyorum.
ilker çıldırdı, hemen herkese söyleyelim diye tutturdu. Bir sen bir ben bir de bebek şarkısı dilinden düşmedi bütün gece. annemlerin yazlığına gittik, ilker duruyu organize etti haberi ona verdirtti. herkes acayip mutlu oldu tabii. sonra ertesi gün ilkerin annesine gittik kahvaltıda ilknurun yardımıyla söyledik, çıldırdı sağı solu aramaya başladı. Taze meyve suları mis gibi yemekler gönderdi eve.
tatil dostlarını aradık sahilde çay içmeye çağırdık. dedik ki "tatilde 7 kişi olmamız lazım biri daha geliyor" yaklaşık 15 dk kim bilemediler, istemiyoruz kimse kim gelmesin dediler. ilker "mecbur gelicek seçeneğiniz yok" deyince zeynep atladı "hamilesin sen!!!"
bu aralar muhabbet bu kısacası... tatilin pabucu damda:)

29 Haziran 2008 Pazar

bir yol hikayesi - bölüm 2 : hazırlıklar - kocamın içine kadın kaçmış!!!

yani herhalde dünyada bizden daha deli bir çift yoktur tatil konusunda!!
ben organize işler kadını, tatil için defter tutmaya başladım. Ama defterde neler yok!!
otellerde görüşülen kişilerin isimleri, cepleri, banka hesap noları, web siteleri... minibüs kiralama şirketleri, tur şirketleri bilgileri, giden görenlerin yorum notları, alınacak listesi, fiyat listesi, yemek listesi, hazırlanacak kahvaltılıklar listesi,listesi... telefonlar lazım olur diye defteri yanımda götürüyorum ofise.
aklıma geldikçe, zeynepi, gülü arıyorum, termos var mı? çay ayrı, su ayrı olsun... buzluk soruşturuyorum eş dosttan. yolluklar için ilkerin annesini bile ayarladım, ıspanaklı börek tabii ki!!! ilk öğle yemeği benden, soğuk sandviç.
ilk işlerden biri selülit kremi, işe yarıyor mu göreceğiz. 2 haftadır hergün 2 defa kullanıyorum, boşum yok selülitim çok!! 1 hafta daha kaldı, gayret.
ilkerin zoruyla 3 torba dolapları boşaltınca giyecek birşey kalmadıydı. vakit buldukça mecburi alışverişlerdeyim, mudo outletten şort aldım, kesmedi, salı pazarından parçası 5 YTL ye güzel birşeyler buldum. kısa şort, atlet, pijama altı vesaire...
en karlısı ucuzcu Mangodan aldığım beyaz kapriyle penye oldu galiba, oraya sabah 11 gibi gittin mi ferah ferah alışveriş yapabiliyorsun. Sonra artık lastikleri eskimiş mayonun yerine yenisi alındı, mecburen.
bu arada ilker boş durmuyor, pazartesi boynerden aldığım bikiniyi değiştirmek için uğramıştık, kendini raflar askılar arasında kaybetti. ertesi gün için sözleştik. akşam evde buluştuk, ayağımıza terliklerimizi geçirip doğru Boynere gittik. Vakit kaybetmemek için onun arabasında benzin yok diye benimkini aldık ve de evde yemek bile yemedik. Yüzlerce T-shirt'e baktık, onlarcasını denedi. sabık tekstil mühendisiyiz ya, arada yok ribana yok suprem gibi terimlerle eziyor beni. allahın penyesi işte:) Allahım bir erkek bu kadar mı alışveriş düşkünü olur??? oluyor işte.. Hani bazen diyorum ki kocamın içine kadın kaçmış hem de en alışveriş manyağı cinsinden!!!

Güneş kremleri, plastik bardaklar, plaj çantası, terlikler, deniz yatağı tamam... havlular yıkandı.
Tam hazırız tatile derken...

21 Haziran 2008 Cumartesi

Hesap Lütfen!!!


Portekiz maçını dışarda friends le birlikte izlemiş, yenilmiştik:( sonrasındaki 2 maçı ilkerle evde izleyip bir de kazanınca bu maçı da başbaşa izleyelim, uğur olsun derdindeydim. Akşama doğru tufan güzelbahçede balığımızı yerken, püfür püfür biramızı yudumlarken izleyelim teklifinde bulununca benden yana başlarım uğuruna görüşü ağır bastı. Şimdi bir cuma akşamı, yorulmuşuz, hava da sıcak, kaçar mı böyle organizasyon!! ama kıl orçun her zamanki gibi uğur yapıcam abicim evde izlicemle son noktayı koydu. hatta siz de evlerinizde izleyin bak sonra kaybederiz diye uyarıda bile bulundu. Tınmadık tabii. biz kokoş çifti aldık kaçtık serinlere. halde balığımızı kalamarımızı aldık, Reis'te televizyonun karşısına şöyle bir kurulduk. tufanla ilker maça odaklanmışken biz zeyneple dedikodulara daldık. derken maçın sonlarına doğru konsantre olmuşken dilimde hep aynı cümle "1 tane atalım, üstüne yatalım:)" ama olmadı, atan Hırvatlar oldu. bu arada tüm maç boyunca ne zaman ekrana baksam hep hırvatlarda bir şansızlık, bir beceriksizlik dikkatimi çekiyor, salak bunlar diyorum ama bir türlü nasıl üstünlük sağlayamıyoruz anlamıyorum. hırvatların golünden sonra hemen hesabı istedik, omuzlar çöktü, hesap ödendi, tam kalkıp gidiyoruz, GOOOOOOOOL! ilk yorum tabii şu oldu; "bizim birilerine gol atabilmemiz için önce yememiz gerekiyor!!!" gerisi malum...
yollar insan kaynıyor, tek yürek türkiye... bir maçlarda böyle nedense...
tüm uyarılara rağmen maganda kurşunları yine can aldı. ne zaman cinayetsiz bir sevinç yaşayacağız??

17 Haziran 2008 Salı

cimri kadının alışveriş manzaraları

cimri kadınım ben!! hem de nasıl! dolabımda üzerime giyecek birşeyler varsa ilker sayesindedir. bir de çöpçüyüm, eskiciyim. Yıllarca beden ölçülerim değişmedi. Üniversitedeyken ilkokul 5. sınıf şortlarımı giyerdim. Hatta 1996 model 1-2 yüksek bel şortuma hala girebildiğimden atmaya vermeye kıyamıyordum. Derken 1-2 ay önce ilker dellendi ve bütün dolabı boşalttırdı bana. Kimisini de giymiyorum boş boş dolap bekliyor. Onlarla vedalaşmam saatlerimi aldı.torbalara doldurduklarımdan birkaç parçayı ilkere çaktırmadan tekrar çekmecelere tıktım. İlker bana 8 sene önce bir hırka almış, hatırası varmış, yok berikini evde giyermişim, ötekinin paçalarını kesersem kapri oluşmuş muş muş muş!!
bu defa da dolaplar bomboş kaldı. alışveriş yapmak lazım ki ben alışveriş konusunda acayip zorum. bir parçayı almak için 3 defa dolanır, 5 dükkan gezer, baktım fiyatı yüksekse almam çıkarım. hani zamanı olmayan bir kadın için alışveriş ciddi mesai!! sabah alışverişe diye çıkıyorum, ellerim boş eve dönüyorum. Çünkü beğeni kriterlerimde sadece üzerine uyması, kalıbı, modeli vs. yok! en önemli kriter fiyatı. hani kadınlar alır dener, beğenirse fiyatını sorar ya ben önce fiyatına bakıp sonra deniyorum, vakit kaybı olmasın diye:)
bir akşam ilkerle göztepede dolaşıyoruz. vitrinde bir ayakkabı gördüm. evet dedim işte bu!! süper bişey, tam istediğim gibi, beyaz-yeşil rahat falan filan... ama dükkan kapalı olunca soramadık fiyatını. dedik ki öyle puma nike filan değil, olsa olsa 80-100 YTL dir. bir taraftan da ayakkabılar acayip tanıdık geliyor bana, çıkaramıyorum. kemeraltı esnafı eşrafından mı acaba diye geçiriyorum aklımdan. yine birgün dükkanın önünden geçerken içeri daldım ayakkabıların fiyatını sordum 170 YTL!! OHA!! hadi be dedim, vermem o kadar para tiger mı ne!!! duymamışım zaten adını bile!!! hatta direkt ilkeri aradım, tabi o karıcığına kıyamaz çok beğendiysen al dedi. var mı bende o kadar para vercek göz!! 40 kere düşünür 1 kere almam öyle lanet cimriyim ben!!! neyse bu arada dünya kadar puma, nike, adidas deniyorum, yok aklım o yeşillerde:) birgün ilker dayanamadı, girdi dükkana baktık birlikte. eviriyoruz çeviriyoruz neresinden baksak 170 YTL lik bişey göremiyoruz. hele ayakkabının altı plastik dümdüz bişey... neyse çıktık. ilker "ya bi deneseydin, pek güzel görünüyor" diyor, ben asabi çemkiriyorum, "hadi be altını görmedin mi ayakkabının ! bizim yeniyetme yıllarımızın esemleri bile daha kaliteli görünüyordu". ilker şüpheli "ya iyi de niye öyle pahalı bu ayakkabı" diyor, bükmüş dudağını. akşam internetten baktık. Meğer pek trend bişeymiş, ayakkabı forumlarında millet birbirini yiyor, sende hangi modeli var? hangisiydi o Paris Hiltonun ayağından çıkarmadığı? İzmirde 43 numara bilmem ne modelini şurda buldum, kapın kaçmasın.... ha bir de nerden tanıdık geldiklerini öğrendim. KILL BILL. hani Uma cığımın 50 kadar adamı biçtiği sarı tulumlu sahnede ayağındaki sarı ayakkabılar. moda cahili, trend özürlü yeliz insanının böyle bir ayakkabıdan haberdar olmaması ne kadar doğalsa, içgüdülerimle böyle bir trendy nesneye yaklaşmam o kadar şaşırtıcı. Meğer o altını beğenmediğim malzeme, pek bir rahat olsun diyeymiş. Rahatlık bu ayakkabının en önemli özelliğiymiş. ayakta hissedilmiyormuş... bla .. bla ... ilker zorla yine dükkana soktu beni, denetti. tamam beğenmezsen, rahat değilse alma dedi. doğru denemesi bedava. hakketten milletin çığırdığı kadar rahatmış. pediküre gitmeye hala üşendiğim için açık ayakkabılarla henüz tanışmamış olan ayaklarımdan bu tigerlar bir türlü çıkmıyor. içgüdüsel bir "parasını bir şekilde çıkarma" hadisesi olsa gerek!!

14 Haziran 2008 Cumartesi

Alo baba naber?!

bugün... öğle sıcağı arabanın direksiyonunda, ellerim yanıyor... klimacı olmama rağmen seviyorum mereti, açmıyorum arabada, açık camlardan püfür püfür essin istiyorum. birden irkildim.
balçova termale doğru orta refüşün çimlerini kesmişler, mis gibi kokuyor... hemen babam geliyor aklıma, kesilmiş çim kokusunun bana hatırlattığı bu işte, yazlığın bahçesinde çimleri biçen babam... elektriğini toprağa vermek için çıplak ayakla çimlerde volta atan... ayrık otlarını biçip, konu komşuya "geniş yapraklı italyan çimi", yoncaları "farekulağı cinsi" diye yutturan, sadece yanıp sönen bir kırmızı ışıktan ibaret güya alarm sistemi ile hırsızları kandıran, binbir zorlukla yetiştirdiği çimlerde bırak yatmayı, ezilmesin diye 5 dakika aynı noktada ayakta dikilmeyi bile yasaklayan, bahçesinde açan her çiçeğin her ağacın geçmişini uzun uzun anlatmaktan acayip zevk alan babam. alemdir o, biraz üçkağıtçı, keyif düşkünü, tertip disiplin timsali evcimen boğa erkeği. elinde tahta bavul, ayağında lastik ayakkabı, 11 yaşında İstanbula ayak basışıyla başlayıp, Dolmabahçe stadında kaşar ekmek satarak harçlık çıkardığı günlerle devam eden, birincilikle bitirdiği okul yıllarını siyah beyaz Türk filmi izler gibi dinlerdim. Fakir ama gururlu genç edebiyatı yapmaz, o yokluk günlerinden ayrı bir lezzetle dem vurur. Sonra Beyoğluna kravatsız çıkılmayan günlerden izmir beyler sokağındaki tek göz evlerinde kedileri sapanla bahçe duvarından düşürdüğü çocukluğuna oradan Anadol arabasını kamyonete çevirdiği yıla atlar, sohbetiyle mest eder. İlla balık sofrasına rakısı olur, damatlara içirmek için ısrar kıyamet, yemekte en son o kalır, zaten konuşmaktan yiyemez ki, sonunda annem bulaşıkları toplamaya davranır da kalkar yerinden. Çocukluğum çıraklığını yapmakla geçti. Hidrofor mu bozuldu, "koş ingiliz anahtarı getir, penseyi kap gel..." Mangalı, garaj kapısı, güneş enerjisi, şöminesi, süs havuzu özel tasarımdır. Kendi çizer, gerekirse kendi yapar. Ne gerek var para vermeye, hem zaten birşeyler yapmazsa sıkılır. Kurtludur!! Öğle uykuları hariç her dakika ayaktadır.
Velhasıl benim babam acayip renkli bir kişilik!!! hani anlatılmaz yaşanır tiplerinden!! babalar günün kutlu olsun, şekerim, yanaklarından öperim :)

12 Haziran 2008 Perşembe

Fırında sebzeli tavuk

Çocukken tavuk bütün alınır, haşlanır, suyuna pilav yada çorba yapılır, kendisi üç dört parçaya ayrılarak fırına verilir, öyle yenirdi. Hatta bizim evin hemen her hafta bir akşam menüsü mercimek çorbası, tavuk, pilav olurdu. Ben asla but yemezdim, illa ki göğüs eti olacak. Benim bu kemiksiz döğüs eti takıntım, butları paylaşan babam ve ablam için biçilmiş kaftandı tabii. Sonraları tavuğun hemen her yeri ayrı satılmaya başladı. uzun lafın kısası ben but sevmediğimden şimdiye kadar hiç pişirmemiştim. Dolayısı ile tamamen deneme usülü bir yemek yaptım bugün.
Butların marinesi için internetten birkaç tarif okudum, ortaya doğaçlama bir tarif çıkardım. Yanına pilavla süper oldu. İlker butları kıkırdaklarına kadar yedi:)

neler lazım bize?
marine etmek için:
- 1 diş rendelenmiş sarımsak
- 1 yemek kaşığı salça
- 1 yemek kaşığı mısırözü yağı
- karabiber, tuz, 1 çay kaşığı köri
bu malzemeleri bir geniş kapta çırpıp butları içine koyuyoruz, 1 gece (dün gece yaptığım için 1 gece diyorum, ama gördüğüm tarifler hep 1-2 saat diyor) bekletiyoruz.
yemek için:- 2 patates, 1 havuç, 3-4 yemek kaşığı bezelye
- 5 adet tavuk butu

nasıl hazırlıyoruz?- patatesleri küp küp, havucu halka halka doğruyoruz.
- hepsini buharda biraz diri kalacak şekilde pişiriyoruz.
- diğer taraftan fırın kabına butları diziyoruz.
- Sebzeleri üzerine ilave ediyoruz.
- Marineden kalan sosu da ekleyip kabın üzerini alüminyum folyo ile kapatıyoruz.
- önceden 250 C de ısıttığımız fırında 25 dakika pişiriyoruz.

Köri farklı bir lezzet ve iştah açıcı bir koku verdi yemeğe. Hazırlanması kolay ve tahmin ettiğim kadarıyla kalorisi düşük bir yemek.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Başkalarının Hayatı - Das Leben Der Anderen


Henüz Avrupa kupasının başlamadığı haftasonuydu, hani granyoz balığı yediğimiz... sofrada elimde şarap kadehi, damağımda granyozun lezzeti, aklımda az önce izlediğim muhteşem film, hatta dilimde.. yemeğin iki konusundan biri bu yeni balığın daha başka nasıl pişirileceği idiyse de diğeri filmdi.
2007 yılının yabancı film Oscarı almış, Alman. Berlin duvarının yıkılmasına 5 kala, Doğu Almanya iktidar partisinin aydınlar üzerinde kurduğu baskıdan yola çıkmış. Bir stasi - muhbir, şüphelenilen bir yazarın evine dinleme tertibatı kuruyor. Her yaşadıkları anın raporunu tutuyor. Yazarın sevgilisi aktriste mi hayran yoksa yaşadıkları aşka mı bilinmez, hem hayatlarının dışında hem de tam içinde aylar geçiriyor. Yazar ve dinleyicisi iki şekilde karşılaşıyorlar ama aslında hiç bir araya gelmiyorlar. Çok güzeldi, çok.
Hani ölmeden önce izlenmesi... ile başlayan filmlerden.

9 Haziran 2008 Pazartesi

Granyoz balığı

Geçen pazar bizim inşaata gittik, bitti bitiyor valla... bir de satışlar başlasa deme keyfimize... bahçe duvarları başlamış, dış cephe boyasını gözümde canlandırmak için şöyle bir deniz kıyısından bakayım dedim, harbi güzel... iki adımda denizdesin. ister yüz ister yürüyüş yap. hani home office çalışan birisi olsam dairelerin birinde biz oturalım diye ısrar edeceğim de mümkün değil hergün 70-80 km.
eve dönerken balık haline takıldık, canımız çekti. ama evde yapınca da acayip kokuyor, illa ki fırında yapılacak balık olacak. bir kiloluk deniz levreklerinden bi tane alalım ikimiz yiyelim olduk, temizletirken kocaman granyoz balığı tutmuşlar, ısrar kıyamet. çok büyük bi balık, önce nasıl yaparızı internetten bulurum diye içinden geçirdim ama balıkçının tarifini de iyi ki almışım. balığın ismini google layınca sadece balıkçı forumlarındaki av hikayelerini bulabildim. bu balığın lezzetinden çok avının keyif verdiğine dair şüphelenmekte bence haklıydım ama ilginçtir ilker çok beğendi.
eti lezzetli ama biraz sert, sarı ağız da deniyormuş, üstelik de tam mevsiminde almışız. tuzda lavos gibi pişirilse eminim çok daha yumuşak olur. İlkerin beğenmesi şerefine buradan tecrübelerimi paylaşmakta saknca görmüyorum. benim gibi hasbel kader bu balığı alan biri için nette bir tarif olur, fena mı olur ?
neler lazım bize?- iki kişi için 700 gr granyoz balığı
- zeytinyağı
- defne yaprağı, domates, soğan, biber

nasıl hazırlıyoruz?- fırın tepsisine önce halka halka doğradığımız soğanları, sonra balık parçalarını, domates ve biberler ile defne yapraklarını ilave ettikten sonra zeytinyağı gezdiriyoruz.
- önceden 200 C ye ayarladığımız fırında 20 dakika pişirip afiyetle yiyoruz...

31 Mayıs 2008 Cumartesi

bir yol hikayesi - bölüm 1 : temel atma töreni

İzmire taşındığımızdan beri her hafta mutlaka görüşen 6 kişiyiz. Aslında erkekler ilkerin mahalle arkadaşı, ben de onları 10 küsür senedir tanıyorum. birini geçen yıl evlendirdik ve her hafta birlikte takılma ritüeli de hemen hemen aynı zamanlarda başladı denebilir. İlker okey turnuvalarında ısrar edince, 2 kız erkekler için okeye dördüncü olduk. kah bizim evin balkonunda, kah inciraltında, haftalarca oynadık. Okey turnuvaları zamanla yerini, kahvaltılara, mangallara, rakı balıklara, sinema gecelerine, tekne turlarına bıraktı. Derken gönlümüz razı gelmedi, üçüncüyü de baş göz eder gibi olduk, sayıyı altıya tamamladık. yeni eleman benim 15 yıllık arkadaşım olmasından mıdır bilinmez ortama acayip ayak uydurdu. Uzun lafın kısası, "friends" dizisindeki gibi 6 kişi birlikte takılıyoruz.
Birkaç ay önce Kordonda bahsi geçmişti, mavi yolculuk yapalım diye, kokoş çift, zeynepin deniz tutması, tufanın klimasız ortamlarda uyuyamaması gibi sebeplerle günübirlik turlar hariç otel tercih ettiler.
Aradan zaman geçti, bir pazar mangal yakalım dedik, kalktık, seferihisar yolunda Tokatlı Rıfat Ustanın yerine gittik. Bu arada burası etleriyle, servisiyle, fiyatıyla muhteşem bir yer. Bir duvarı baştan aşağı Atatürk resimleriyle donatılmış. Bademli köyü yol ayrımında, yemekten sonra Türkiye'nin okuma yazma oranı en yüksek ve tek tiyatro sahibi köyüne de yürüyüş yapma fırsatı buluyorsunuz. Neyse, etlerimizi yedik, çaylarımızı içerken yine tatil muhabbeti açıldı. Derken bir yol haritası bulundu, üzerinde gidilmesi gereken yerler işaretlendi, yolculuk kabataslak belirlendi. En önemlisi tarihti. Temmuzun ikinci haftası herkesçe kabul görünce, iş işyerlerinden izin almaya kaldı.

Ben tabi durur muyum, hemen iznimi kaptım, benim arkamdan bütün ofis! bu arada ben zeynepi, ilker orçunu sıkıştırıyor. gül zaten almış. Temel atma töreninin ardından ilk hafta izin konusu tek fireyle halledilmişti. Tabii ki Orçun!!
benim ofiste gitmek istediğimiz yerleri iyi bilenler var, sordum soruşturdum, dersime çalıştım, ilkere birkaç otel bilgisi verdim, o da sağdan soldan araştırdı, rotayı, kalınacak otelleri belirledik. 7 günlük tatil ilkere kalsa 9-10 güne sığmayacak. Bilenlere sorduk, kelebekler vadisi ile fethiyede tekne turunu iptal ettik. Bir de Datça tarafını başka tatile bıraktık. Ama Kaş illa ki Kekova turu olsun denince, 7 günlük tatil ana hatlarıyla ortaya çıktı. toplandık tufanın evinde, otellerin internet sitelerine girdik, tekne turlarını anlattık, birkaç ufak değişiklikle rezervasyonlara karar verildi.
kısaca;
cumartesi minibüs kiralanıyor
pazar sabaha karşı yola çıkılıyor, yolda kahvaltı, öğleye doğru ölüdeniz
akşam kaş'a devam, rakı balık yapılıyor, kaş iyice geziliyor
pazartesi, kekova turu
akşam fethiyeye geri dönülüyor. kayaköyde konaklama
salı, saklıkent ve tlos
çarşamba, göcek yat turu
perşembe, dalyan bacardi turu
cuma, marmaris, çamlıda konaklama
cumartesi, gökova yat turu ve sabaha karşı dönüş

o akşam, fiyatlar çıkarıldı, listeler yapıldı...
sonrasında ilker otellerle pazarlıklar yaptı, otel paralarını epey düşürdü.

muhteşem tatilin temelleri atıldı, şimdi hazırlık zamanı...
bir de hayallere dalıp kaş'tan fethiye'den çıkma zamanı...

Şikayetçiyim!!!

zırt pırt yaptıkları zamlarla dünyanın en pahalı benzinini cümlemize kakalayanlardan,

-dekorasyon için- çar çur ettiği paralar yetmiyormuş gibi, bir de dolmabahçe müzesinin demirbaşlarına göz dikenlerden (babasının evinde de bunlarla büyüdü ya alışkın tabii)

utanmadan yargıtay üyelerini dinletenlerden

el kadar veletleri çarşafa sokanlardan

devletin sitesinde flörtü zina, parfümü günah ilan edenlerden,

hiç yüzleri kızarmadan laikliği Atatürkü ağzına almaya cüret edenlerden

sırtımızdan sülalesini gemicik, şirketçik sahibi yapanlardan,

içime sindiremediğim basiretsiz noterden

külhanbeyinden

alayından

son olarak göz göre göre yaban ellerde benim memleketimi hem de din özgürlüğü yok diyerekten, iftira ataraktan şikayet eden şahıstan şikayetçiyim!!!

ama en çok da bunlara hala gıkını çıkarmayan bu memleketin insanlarından şikayetçiyim!!!

şikayetim var!!! duyan yok!

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Ratatouille

Ratatouille filmini izlediğimden beri tek derdim yemeği yapabilmek. Son günlerde ciddi ciddi uygulamaya başladığımız sebze ağırlıklı beslenme programına ilave edersem ilker kesin yer düşüncesindeyim. Epey araştırdım internetten, bizim Türkler mantarsız yapmayı tercih etmişler çoğunlukla, bir de sebzeleri sotelemişler. Yabancılarda fırında közlemek daha çok tercih edilmiş. Ama bizim türlüye benzer şekilde yapanları da anlayamadım doğrusu!! Hadi şakşukanın kızartılmamış, mantarsızı dersin de, türlü, ne alaka!??

Birkaç hafta önceydi, sanırım benim İstabuldaki fuar için güzelim İzmirimi terk edişimin öncesi... Haftasonu yağmurlu olacağı kesinleşti, evde maç izleyelim fikri de benimsendi, hadi dedik bizde toplanalım. Önden de bir TABU oynarız, zaten yağmurda ne işimiz var "outdoor activity"lerle? Adettendir, böyle organizasyonlarda ya kebap söylenir, ya pizza.. Külliyen kaka besinler... Dolayısı ile atıştırmalık lezzetler hazırlarsam kimse kebaba kaymaz dedim hemen menüyü oluşturdum.
- Lazanya
- Ratatouille
- Salata
- Zeytinyağlı taze fasulye & yoğurt
İtalyan, Türk ve Fransız mutfaklarından seçmeler :)
Zaten önden ıspanaklı gözlememle zeynepin keki çayla götürülünce öyle aman aman acıkılmadı. Kimse de pizza, kebap diye mızıklamadı:)

Lazanya, bir ara anlatırım, kendisi makarna yemeklerinin havalısıdır kanımca ve kalorisi itibariyle pek pişirmemeye çalışıyorum.

Taze fasulye, yeni çıkmış, daha ayıklarken mis gibi kokuyordu, aslında sonraki günlerin zeytinyağlısıydı da çeşit niyetine kondu sofraya ama müşterisi çoktu.

Gelelim Ratatouille yemeğine;


Neler lazım bize?
- 1 adet bostan patlıcanı
- 2 adet kabak
- 6-7 adet mantar
- 800 gr lık domates konservesi
- 2 diş sarmısak, 1 adet soğan
- Birer adet yeşil, kırmızı biber
- zeytinyağı, tuz
- kekik, fesleğen

Nasıl hazırlıyoruz?
- Fırını 220 C ye ayarlıyoruz
- Patlıcan ve kabakları küp küp doğruyoruz, patlıcanları tuzlu suda bekletiyoruz ki acısı çıksın.
- Soğanları yemeklik doğrayıp sarmısakları incecik rendeliyoruz.
- Mantarlı dörde bölüyoruz, biberleri kalın kalın dilimliyoruz.
- tüm sebzeleri bir kapta üzerine 3 yemek kaşığı zeytinyağı, tuz ve kekik ilave ederek karıştırıyoruz.

- Fırın tepsisine boşaltıp yayıyoruz, sebzeler 30-45 dakika süresince fırında közleniyor.
- Diğer tarafta, sarımsak, soğan soteleniyor, domatesler ilave edilip iyice pişirilmeye bırakılıyor.
- Son olarak tepsideki sebzelerle domatesli sos karıştırılıyor, fesleğen ilave ediliyor.



Benim yeşil biber acıymış ama çok lezzet kattı. Görünüşü şakşuka gibi ama farklı bir lezzet... Denenmesi şiddetle tavsiye...

18 Mayıs 2008 Pazar

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

Nazım Hikmet der ki;

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür çok şükür bugünü de gördüm
ölsem gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstad?

Abidin Dino'nun beklenin aksine bu şiire dizelerle verdiği cevabı...

Kokusu buram buram tüten
Limanda simit satan çocuklar
Martıların telaşı bambaşka
işçiler gözler yolunu.
inebilseydin o vapurdan
Ayağında Varna'nın tozu
Yüreğinde ince bir sızı.
Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
Hasretle kucaklayabilseydim
Seninle, bir daha.
Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Başında delikanlı şapkan,
Kolların sıvalı, kavgaya hazır
Bahriyeli adımlarla düşüp yola
Gidebilseydik meserret kahvesine,
ilk karşılaştığımız yere
Ve bir acı kahvemi içseydin.
Anlatsaydık
O günlerden, geçmişten, gelecekten,
Ne günler biterdi,
Ne geceler...
Dinerdi tüm acılar seninle
Bir düş olurdu ayrılığımız,
Anılarda kalan.
Ve dolaşsaydık Türkiye'yi
Bir baştan bir başa.
Yattığımız yerler müze olmuş,
Sürgün şehirler cennet.

işte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini
Buna da ne tual yeterdi;
Ne boya...

Pazar sabah, akşamın yorgunluğu kısmen üzerimde... saat 10 olmuş ama hala dinlenememiş bir bedenim. Bu yazın ilk balkonda kahvaltısını hazırlamış bana. Göztepe fırınından çıtır gevrek, mis kokulu çilek, beyaz peynir, çay eşliğinde... bir mutluluk... herkesin mutluluğu kendine. benimki de püfür esen balkonda bir kahvaltı sofrası.
mutluluğun resmini Abidin Dino bile yapmamış ama ben fotoğrafını çektim, yıllar sonra tekrar bakıp bu pazar sabahını tebessümle anayım diye

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Maeve Binchy'nin güvenli kollarındayım

Kitaptan yana biraz ağır takıldığımda, nefes alasım geldiğinde kenarda bir Binchy'nin varlığı acayip rahatlatıyor beni. Kitapçıların rafında Binchy yerleşmişse, okunacak daha bir dolu kitap olmasına rağmen, kötü günler için mutlaka ediniyorum bir tane, sanki sıcak tutuyor beni. Bugün de öyle ihtiyaç duydum ki, farkettiğim birşeylerin ardından... Meğer ne kadar hazırlamışım kendimi, ne kadar hazırmışım ona. Ama olmadı! işi gücü bıraktım, blogları gezdim, birkaçına yorum bıraktım, rahatlayamadım, araba kullanırken gözlerimde yaşlar. Eve depresif kadınlar gibi iki torba abur cuburla geldim. Pizza bile yedim. dün bana aldığı çiçeklerden birkaç tanesini kurutmak üzere spreyledim saplarından astım. sonra cancan kocamla film izledik. Her cuma akşamının en rahatlatıcı menüsü bu. üşenmedi çilek aldı bana, temizledi onları. üşenmedim krem şanti yaptım ona, uyuz olduğumuz haftayı hatırlayarak kahkahalarla güldük kendimize. Geçti, gerçekten geçti.
Sonra bu satırları yazarken yine gözlerim doldu, şimdi sıkıştırdım kolumun altına Binchy'i yatakta okumaya gidiyorum, onun yanına, iyice unutmaya, kendimi haftasonuna hazırlamaya başlıyorum.
Not: Binchy'nin son çıkan "Gümüş Yıldönümü"nü okuyorum, hep aynı uslüp ama en azından koparıyor beni buralardan, iyi geliyor ruhuma.

1 Mayıs 2008 Perşembe

Bugün 1 Mayıs! Ben 30!

ne gerek vardı?
işçiler şehitlerini anmak istediler de, vali televizyonlardan atıp tuttu, karşılıklı dertlerini paylaşsalar, orta yol bulsalar fena mı olurdu?
başbakanın "ayaklar, başlar" muhabbetine ne gerek vardı? terbiye sınırlarını aşmaya... televizyonu er meydanına çevirmeye?

şimdi yaşananların sebebi işçilerin inadına indirgeniyor. bu kadar basit değil ki! astığım astık kestiğim kestik politika ile, sadece türbana demokrat bir partinin iktidarından ancak bu kadar 1 Mayıs olur. Yazık...

bugün doğumgünüm benim, yaş 30... sabah teyzem anlattı telefonda, 1 Mayıs 1977'deki olayların ardından 1978 yıldönümünde sokağa çıkma yasağı getirilmiş. Anneni hastaneye zor yetiştirdik ara sokaklardan dedi. benim en sancılı hatırladığım 1 Mayıs ilkokuldaydım sanırım, kuzenimi konak meydanında banklarda oturuyor diye gözaltına almışlardı, üniversite öğrencisi ya, potansiyel suçlu!!! Maaile sefeber olmuştuk, kurtarmak için. sonra annemlerin yaşgünümde alsancak tarafına gitmeme izin vermediğini, üniversitede istanbuldayken akıllarının bende kaldığını hatırlıyorum. 1 Mayıslar hep böyleydi, tedirgin.

yaş 30... alışmak lazım 30'lara... büyüyorum, olgunlaşıyorum, hayata bakışımın bile değiştiğini hissediyorum her geçen yıl. az önce ilker geldi elinde çiçeklerle, ne güzel ben bu adamla 130 uma kadar yaşarım:)

20 Nisan 2008 Pazar

jazz üzerine...

hayat dolu, çocuk ruhlu, olgun, bilge, sanat aşığı, sanatçı, avukat, anne, çılgın bediş, kahkahası duvarları çınlatan, kimseyi incitmeyen, bütün çocukların sevgilisi, durunun züüze teyzesi, annemin kıymetlisi, zühre...
zühre benim canım kuzenim, çocukluğumun rol modeli. sabahlara kadar sohbetlerin, kıkırdamaların, çiğdem çıtlatmaların ve daha birçok suçun tatlı ortağı.
çocukluğumuz kah anneannemlerin bağında, kah akhisar cami sokağıdaki evde, kah bizim yazlıkta birlikte geçti.
bildim bileli muhteşem bir müzik yeteneği vardı, üniversiteye girmeden önce konservatuar için şansını denedi, sonra hukuk okudu, okurken de müzikle ilişkisini hiç kesmedi, avukatken de. o şimdi istanbulda, belki de hayatta en çok istediği şeyi icra ediyor, anneliği...
araya giren mesafeler eski sohbetlerimizi azalttıysa da zühre uzakta yaşayan bir teyze kızı olmaktan çok her zaman ihtiyaç duyduğum bir dost...

Son günlede kitap okurken yada birşeylerle meşgul olurken digiturkun jazz ve blues kanallarına takılmaya başladığımı farkettim. ama anladığımdan değil, sadece hoşuma gittiği için... jazz denen bu engin denizde derinlere kulaç atacağım da hangi kıyısından ayağımı soksam bilemiyorum, işin içinden bir türlü çıkamıyorum. hani jazz-blues işinden anlasa anlasa zühre ablam anlar dedim, küçük bir mail attım derdimi anlattım, "el ver şu cahil kardeşine" deyiverdim.
ben sanatçı veya albüm isimlerinin olduğu bir liste beklerken züzeciim bana mektup yazmış, jazz nasıl anlatılır, yani herhalde böyle anlatılır. mektubun tamamını yazamayacağım da Charles Mingus ile ilgili kısımdan birkaç cümleyi vermeden geçemeyeceğim.
"Benim için kendisi bir insan olmayıp uzaylıdır. Hala müziğini ve armonik yapısını çözmek için üniversitelerde araştırmalar ve onun adına festivaller düzenlenmektedir.Son dönemdeki saksafoncusu Ricky Ford çok samimi arkadaşımdı. Mingus’ u dinlerken kendini uçuyor , dalıyor, pike yapıyor, uzayda , kamikazede yada başka bir yerde hissedebilir ve bu muhteşem duygunun hiçbir zaman bitmemesi için dua eder durursun. Uyuşturucu kullanmadım hiç ama Mingus insanın damarlarından hücrelerine yayılan ve tutku oluşturan bir zehir. Tedavi olamadan bırakılamayacak bir şey .Onun müziğinin kölesi olmak bile bir onur. Bunca cazcı arasında müziğini dinlerken beni bu kadar coşturan, ağlatan, Allah’ın yaratıcılığının bir suretini görmeme sebep olan bu adama aşığım, hayranım, vurgunum, kölesiyim… Onun hakkında saatlerce yazmak istiyorum. Müziğine, hayatına, dönemin ABD politikalarına muhalefetine, muhalefet şekline, kısacası onu Mingus yapan her şeye saygıyla eğiliyorum."
sonra ...
"...Şimdilik bunlarla başlayın. İnan bunları dinlemeye dolayısıyla cazı anlamaya başladığında daha da derinine inmeye çabalayacaksın. O noktada önüne açılacak bir sürü kapı gelecek. Her kapı aralandığında muhteşem hazinelerle karşılaşacaksın. Ucu bucağı olmayan bir deryadır caz. Keşfettikçe bu deryanın sonu olmadığını görecek ve onun bir kölesi olacaksın. Bu uzun yolculukta her ikinize de kolay gelsin der İYİ YOLCULUKLAR dilerimmmmmmm"

Mingusla başladım önce, sonra Bill Evans, Miles Davis, Chet Baker, tabii ki Ella Fitzgerald ile yola devam... Zühre bana hangi kıyılardan balıklama atlarım anlattı, ben şimdi enginlerdeyim, döner miyim bilmiyorum...

19 Nisan 2008 Cumartesi

Uyuz Oldum!

3 hafta önce İstanbula gitmiştim, toplantıdan sonra elvan, gülayşe ve emelle yemek yiyelim dedik. gülayşenin boşanma meselesi ve detaylar gecenin ana temasıydı. bu çok ciddi ve başka bir postun konusu olacak kadar önemli bi hadise... bu arada gece süperdi, sohbet öyle koyulaştı ki bi ara Sawyer mı Jack mi tartışmasına dönüştü. Eskiden sadece tuba sawyercı idi baktım hepsi hastası olmuşlar. ben hala Jackten yanayım tabii, bi ara yandaş bulamadım, garsonumuz neclaya da sorduk, nafile, ben tek tabanca kalmışım. dün akşam Beyaz Show'da sawyerı canlandıran Josh Halloway'in dediği gibi "Sawyer is for weekend, Jack is a keeper!!" ben de hala aynı fikirdeyim. Neyse konuyu dağıtmayalım, elvanın eve geldik, müthiş kaşınıyorum, ama öyle böyle değil! üşüdüğümde giydiğim elvanın tüylü hırkasına yorduk nitekim. Aradan birkaç gün geçti, ara sıra kaşıntı var ama ben umursamıyorum. Annem kaşındığımı farketti, yediğim birşey dokundu herhalde ile geçiştirdim. Ama bu yaşıma geldim, allerjinin yakınından geçmedim, bünyemin olayı değil.
Birkaç gün daha ve sonunda kaşıntıdan yerimde duramaz oldum!! ilker sürekli dalga geçiyor benle, uyuzsun diyor, kondurmuyorum. Benim hayvanlarla en yakın mesafem karşı kaldırımdır, dokunamam nitekim. Bilmiyorum tabii uyuzun hayvanlardan geçmediğini. Bit desen, kafam kaşınmıyor.
Neyse ofisten erken çıktım doğru hastaneye, doktor dedi ki " son 1-2 ay önce otelde kaldınız mı?" önce yok dedim sonra aklma geldi: Almanya ve şirketin misafirhanesi!! "hah" dedi doktor "uyuz kapmışsınız!!!" "hadi be yok artık, medenyitein beşiği almanya böyle mikropların ne işi var" bir taraftan da gülüyorum, ilker benle dalga geçecek diye de acayip bozuğum. hani 3 aylık ömrün kaldı dese bu kadar takmayacağım, ilkerin uyuz geyiği torunlarımıza kadar sürer.
ya bu uyuzun tedavisi 1 gecelik bişeymiş de benim evhamlarım yüzünden 3 gecelik losyon hazırlattık eczacıya. akşam yemeği yiyoruz, ilker benim bütün vücuduma sürüyor, 3 saat bekliyor, yıkanıyorum ama vazelinli ve de renkli bir losyon olduğundan 1 saatte ancak çıkıyor üzerimden. internetten araştırdım, bu uyuz yakın temasla geçermiş, yani ilkerde kesin mevcut ama adam kaşınmıyor ve buna daha da uyuz oluyorum. sonra aklma duru geldi, geçenlerde bizde kaldı, yatağımızda yattı, eyvah dedik ufaklık kesin kapmıştır, ablam hadiseye son derece makul yaklaştı, yada benim telaşım onu sindirdi bilemiyorum. internet araştırmasından sonra, doktoru aradım, fırça kaydım kendisine "ya bu uyuz acayip bulaşıcıymış, ilkerin de tedavi görmesi lazımmış, niye söylemiyorsun" diye, kadın "daha teşhis koymadık, sağda solda söylemeyin kimseye birşey" dedi, ilker de kaşınmıyor, tamamdır bu başka bişey herhalde diye rahatladım. aradan 3 gün geçti, doktora gittik yine, kesin uyuz demesiyle ilkeri kaşıntı tuttu. Güner ablayı 1 hafta arayla yine temizliğe çağırdık, akşamdan losyonumuzu sürdük birbirimize (bu defa evham filan dinlemedim, 1 gecelik tedaviye razı oldum)çarşafları değiştirdik, ertesi gün tekrar değiştirdik, bütün ev dip köşe temizlendi, son 1-2 haftadır giydiğimiz herşey yıkandı, kızgın ütü ile ütülendi, koltuklar, halılar silindi, elektrik süpürgesinin torbası bile değiştirildi ve sonunda eve hijyen geldi. evet buraya kadar yazılanların hepsi uyuz giren bir evde yapılması gerekenler, tabii bir de tüm ev halkı aynı tedaviyi olacak, bu çok önemli.
çocukken bir sevgi çocuğuydum, bağdaki ırgatların çocuklarını kuzenlerimden, kapıcı çocuklarını komşu çocuklardan ayırmaz hepsini sevgiyle kucaklardım. Nitekim ilkokuldan önce bitlendim, saçlar erkek traşı kesildi, sonra hayvan dostlarımı karşıdan sevebilmeme rağmen bir defa da pirelemiştim. Bu böceklerden bi uyuz kalmıştı, onu da kaptım, sanırım seri tamamlandı. Eve bu pislikleri hep ben getirdim. Ablam küçük bir prenses olduğundan bulaşıcı hastalık bile getirmez, benimkilerden nasibini alırdı.
son söz... elvanı arayıp yattığım çarşaflarıyıkamasını söylemem gerekti. koptu gülmekten!! çünkü her gelişimde yıkadığı çarşafları bu defa yıkamamış, benden sonra anneleri geldiğinde bişey olmaz diyerekten benimkilerde yatmış, yetmemiş, babası antalyaya döndüğünde annesi de nolcak çocukların çarşafında yatarım demiş o da yatmış. teşhis tam konmadan konuştuyduk kendisiyle, kesin uyuz olduğumdan habersiz " yok canım bişey dokunmuştur"la geçiştirmiş beni telkin etmişti, hala telefon edip de kesin uyuzmuşum diyemiyorum... kaşınmaya başladığında anlayacaktır, o, annesi, babası ....

13 Nisan 2008 Pazar

iyi kitap, iyi müzik


kitaplara gömülmüyorum, hayattan kopmuyorum ama bu aralar fırsat bulduğum her anı satır aralarında değerlendiriyorum. Portobello Cadısı, en çok okunan kitaplardan biri olduğu için kitaplığıma girdi. Paulo Coelho'nun meşhuuur Simyacısından sonra okuduğum ikinci kitabı. Kaybolmuş bir kadının kendini arayışının öyküsü. Dikkat çeken en önemli ayrıntı, Coelho'nun bir biyografi tarzında değil de, Athena'nın hayatından geçmiş kişilerin gözü ile Athena'nın hayat hikayesini anlatması. Bu farklılık hikayeyi tekdüzelikten kurtarıyor. Athena'nın hayatından kesitler veren bu kişiler, ister istemez objektiflikten uzaklaşıyorlar, kendi bakış açılarını, yorumlarını katıyorlar, böylece Athena'yı çok farklı noktalardan yakalayabiliyorsunuz. Athena gibi kendini arayış yolculuğunda başkaldıranların ve gerçekleri haykıranların hemen her çağda olduğu gibi, günümüzde de nasıl bedeller ödediklerine şahit oluyoruz. Kısacası Portobello Casıdı "Şu gel geç ömrümüzde amacımız mutlu olmaksa, kendimiz olmak adına bazı bedeller ödemeyi göze almalıyız" diyor. Haksız da değil hani!!

Hasta olduğum haftasonu Orçun+Gül+Zeynep+Tufan dörtlüsü Kordona bira içmeye gittiler. Equador diye bir mekanda sohbet edebilmek için dışarıda oturmuşlar ama içede çalan müziğe hasta olmuşlar. Hemen bu haftaya rezervasyon yaptılar.
Akşam 7'de gittik, maç izlendi, yemekle yendi, biralar yuvarlandı. sonunda müzik başladı. Tek kelime ile kalite... Saksafonda Erdoğan'a süper tezahurat yaptık, ne de olsa İlknur'un arkadaşı... Gitar ve vokal de şahaneydi. Kendimizden geçtik diyebilirim. Servis de iyiydi, salsa yapan garsonlar vardı. Zaten bazı akşamlar salsa geceleri düzenleniyormuş. Fiyatlar da müziğin kalitesini hesaba katınca öyle aman aman değil... Kordonda öyle mekanlar var ki, çakkıdı gençliği omuz omuza, gürültüden iki çift laf edilmiyor. hani maksat muhabbetse dışarıda oturulur ama iyi müzik için Equador'a gidiyoruz bundan böyle.

11 Nisan 2008 Cuma

hani neler yapasım var da...

Sabah büyük patron telefon etti, birkaç gün önceki basın toplantısını gazatelerde okuyup okumadığımı sordu. "yok dün gazete almadım..." derken yutkundum. yani bir insan nasıl gazete okumaya fırsat bulamaz?? memleket meselelerini NTV radyodan yarım kulak dinlemekle olmuyor.
kızıyorum kendime... hani neler yapasım var, var da listesini bile çıkardım ama serde tembellik...
sabah yarım saat erken kalk, kahvaltını yaparken günlük gazeteleri karıştır olmadı ofise vardığında aç interneti az dolan siteleri, değil mi ya?
yok atlı koşturuyor ya ardından, yada madalya takacaklar ya zat-ı alilerine, yeliz insanı deli gibi çalışmaya gömülüyor.
biraz daha az çikolata ye biraz spor namına bişeyler yap!! tembellik spora gelince tavan yapıyor da magnum deyince bitiveriyorum buzdolabının başında.
çok mu keyfin kaçtı, aç bloğunu, iki satır yaz rahatla... içinden bişey gelmiyorsa, at kendini komşu bloglara, başka dünyaların insanı ol!!
eve taze çiçekler al, hep ilkerden bekleme!!
dünya kadar dvd var evde, yayıp "var mısın yok musun"a takılacağına tak dvd playera bak dalgana!!!
biraz kendine bak,manikür pedikür yaptır, en son ne zaman yaptırdığını unutmayacağın sıklıkta yaptır ki ellerin yaratığınkine benzemesin!!

paraya kıy, kendine güzel ciciler al ki, mutlu olasın!!
sevdiklerine ufak tefek hediyeler al, dansa git...
...
...
...

5 Nisan 2008 Cumartesi

hasta oldum sonunda:)

Araya iki hafta girmiş buralara birşeyler yazmayalı. Hani "günün çorbası" diyorum ya ilgisi yok olsa olsa haftanın menüsü filan olur benim blog. Aslıcini bile ne zamandır yoklamammışım blogunu değiştirmiş ayrıca sevgili blog arkadaşım simgeye geçmiş olsun dilekleri için teşekkür ediyorum naçizane satırlarımdan.
Yazık ki sonunda şifayı kaptım. Üstelik geçen haftasonuydu, kordon+bira+patates , arkadaşlarda akşam yemeği, havuza gitmek ve ütü - temizlik yapmak gibi çok sayıda aktiviteyi askıya almak zorunda kaldım. Halbuki haftasonları bunlarsız neye benzer ki?
Antibiyotik ve ağrı kesicileri listeden çıkarınca geriye sadece doğal yollarla tedavi kaldı. İşte tam bu noktada devreye büyücü baba lakaplı cancan kocam ve sihirli iksirleri girdi. İksirin halk - daha doğrusu İzmir gençliği - arasında bilinen adı "ATOM". Önce içindekileri sıralayalım, havuç, elma, portakal, süt, bal, muz, fındık.... ve daha niceleri evin çok teferruatlı edavatlarından olması dolayısı ile pek de rağbet görmeyen ama çok para sayıldığı için de "kullanmıyoruz" denemeyen katı meyva sıkacağı, C vitamini aygıtı portakal sıkacağı ile her çorbanın arkadaşı blender (muz+ süt+fındık için yardımı meyva suyu haline getirilp ile bir sürahide depo , ardından kocaman bira bardaklarına pay , son hamle olarak da bir pipet ilave edilir, derken - aman vitaminler kaybolmasın - endişesiyle hızlıca tüketilir. Bundan 2 bira bardağı gribe iyi, mideye kötü gelir. Sonuç? grip illetine galip gelen çorbacı güzeli, 2 günlük İstanbul seyahatine canavar gibi hazırdır!!!

23 Mart 2008 Pazar

"kesin hasta oluyorum" tatili

perşembe... geçen yıldan kalan izinlerimi kullanıyorum, tanrım birgün önceki yoğunluktan sonra ne müthiş huzur... öğleye kadar sadece yayıldım, akşama kadar ilkerle alsancakta kendilerine ayakkabı baktık! kadın ayakkabıları konusunda kitap yazabilecek zevke sahip bu fetiş sahibi insan, kendine ayakkabı bakmaya gelince çuvallıyor. saatlerce arandık, bir dükkana 3 defa girdik ama sonunda aldık. bu bizi bi süre idare eder kanımca. ben ?? aman ne diyosun, önce onun işini bitirelim de ben ne zaman olsa bakarım, zaten kadın ayakkabılarıyla daha fazla ilgilendiğinden şimdiden gözüme kestirdiğim birkaç çift oldu bile. akşam yer cücesine somon balığı hakkında türlü hikayelerle yedirmeyi başadık. Allah baba somonu çocuklar yesin diye yaratmış... kılçıksız.. hem bak pembe pembe... yeliz de hiç sevmezdi ama tadınca çok beğendi... veee... bi dilim somon mideye indi, tarif alındı anneye derhal iletildi. gecenin ilerleyen saatlerinde benim bildik replik sahnedeydi: " ben çok feci hasta oluyorum, first defence lazım!!!" bu yıl hiç hasta olmadım diye böbürleniyordum, hem de etrafımda sürekli hasta olan birileri varken... hep kıyısından döndüm griplerin, first defence, portakal suyu, vitamin, elimden ne geliyorsa yaptım ama buraya kadar mı acaba?

cuma... yer cücesi yoğun yağış altında okula cebrenve hile ile ikna edilerek bırakıldı. öğlen annesiyle agoraya gidildi, küçük hanım kırılmasınlar diye ciciler alındı.
cumartesi... tüm planlar değişti. Rana çalışmadığından bize katılmaktan biz de alsancaka gitmekten vazgeçtik. Gizemle sahilde güzel bir yemek üzerine uzun bir yürüyüş yaptık. sonra market alışverişi ve akşam üzeri yine "hasta oluyorum" sinyalleri... birgün önce ablamla dışarıdayken ilker dreamgirls filmini izlemiş moviemax te. bana geldiğimde birkaç şarkısını dinletmişti, nasıl canım çekti ama annemlere gideceğiz diye izleyemedim dvd den.
hazır ilker henüz şantiyeden dönmemiş ve de hasta olmak üzereyken bari battaniyemi kahvemi alıp dreamgirls izleyeyim dedim. Süper film!! bir müzikalden aradığım herşey vardı. Hem öyle sıkmadan. Jennifer Hudson haklı bir ödül almış, sonra Eddie Murphy'den tut da Danny Glover'a kadar her rol her oyuncunun üzerine tam oturmuş. Akşam arkadaşlar aradı, kordona gidelim diye. Biraver, 5 dost, kordon, tabiki dışarıda oturduk, muhabbetlerin en derinine daldık, körfezden çıktık. akşam yatağa nasıl gittiğimi hatırlamıyorum, yine hastalıktan yırttım diye geçirdim içimden.
pazar... küçük kaçamağın son günü... taze ekmekli zeytinyağlı kahvaltı, mis gibi çay... ilker kahvaltı sofrasından kendinden beklenmeyecek bir teklifte bulundu.. "yürüyüş yapalım sahilde" "neeee" tabi fikir değiştirmemesi için hemen hazırlandım, 9 km yürükdük, ilknurlarda soluklandık, bacak ağrıları elimizde eve döndük...

ilker maç izliyor, yemekler pişti, şimdi biraz bloglarda gezinme, can dostlara mail atma zamanı... ve mendil elimde, burnum şıp şıp, bu defa kesin hasta oluyorum...

25 Şubat 2008 Pazartesi

Anıkolik


iyi bir kitap herşeydir, vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağın türden bir kitapsa elindeki yalnız seyahatleri bile iple çekersin. Vakitsizlikten bir türlü ilerleyemediğim bir kitap için aktarmalı uçuşlar en ideali. Anıkolik'in hikayesi de işte böyle... Çok önceden Ayşe Arman bir yazısında Anıkolik'i şiddetle tavsiye ediyordu. "Confessions of a memory eater" yani bir anı yiyicisinin itirafları kitabın orijinal adı. Bizimkiler Anıkolik demişler. Ayşe Arman'ın tavsiyesi üzerine daha önce 1-2 kitap beğenmişliğim olduğundan bu kitabı edinmekte tereddüt etmedim. Ama son zamanlardaki yoğunlukla bir türlü konsantre olamamıştım kitaba. Neyse ki karlı İstanbula gidiş oradan rötarlı Almanya seyahati sayesinde bitirebildim kitabı ve burada yazacak kadar beğendim.
Şimdi biraz kitap... Elinizde bir hap var ve yuttuğunuzda geçmişte istediğiniz bir anıya yolculuk edebiliyorsunuz. Bir bakıma zamanın efendisisiniz. Hele de hayatınızdan mutsuz, gelecekten umutsuz bir tipseniz geçmişte yaşamak yaralarınızı sarıyor. Tabii geçici bir süre için, sonra mutlaka şimdiki zamanın depresifliğine geri dönüyorsunuz. Win de işinden eşinden şimdiki halinden son derece mutsuz bir akademisyen(tam burada anneannemin "Allah eşinizden işinizden güldürsün evladım" dualarını anmadan geçemeyeceğim), okul yıllarından tanıdığı eski bir arkadaşının telefonu ile hayatı değişiyor. İlaç işine giren arkadaşı, kendisine iş teklif ediyor. Geçmişine tutkuyla bağlı Win için bu hapı denemek hatta müptelası olmak işten değil. Ancak beni bu mutsuz orta yaşlı bunalımın hikayesinden çok Sue'nun yaşadıkları etkiledi. Kanser hastası bu genç kadın hapa sadece ömrünün son günlerini mutlu geçmişini bir film şeridi gibi izleyerek tamamlamak için ihtiyaç duyuyordu ve hapın hatta kitabın gerçek amacı bu mu olsaydı, Sue bu kitabın ana karakteri mi olsaydı demekten kendimi alamadım.
kitabın bir diğer etkileyici karakteri de Win'in ihmalkar karısıydı. Win'i aylar önce sanal olarak boşamış olması daha doğrusu üzerinde bu elbise ile kendinden emin duruşu etkileyici hikaye. Kadının, Win'in anılarında seviştikleri dakikalara gidişini tecavüz diye tepkilendirmesi bana abartılı gelmedi diyemeceğim.
Pagan Kennedy -sonradan araştırdığım kadarıyla - modern zamanların Çehovu olarak adlandırılıyor. Underground yazarın Türkçeye çevrilmiş ilk kitabı bu. Bende şiddetli seviyede yazar takıntısı olduğu için, kitabı bitirir bitirmez diğer eserlerini araştırdım ama bulamadım. Umarım en yakın zamanda açlığımı doyuracak birkaç kitabı daha türkçeye çevrilir.

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tanrı Kent


yine bir film gecesi vardı dün. Bu defa her çift bir şişe kırmızı şarap getirdi, yeşil elmalarımızı dilimledik, kurulduk televizyon başına.
Bazen filmler daha önce izlediklerimizden oluyor ama olsun, bazı filmler defalarca izlense de bıkılmaz, aynı keyif her defasında aynı dozdadır. İşte "Tanrı Kent" bu filmlerden biri.
2002 yılının olay yaratan, yönetmenine haklı övgüler kazandıran bir film. Yönetmenin kurgu, içiçe geçmiş hikayeleri aktarmadaki başarısı tarif edilemez boyutlarda. Özellikle sonun başlangıcı olan ilk sahne - tavuğun kaçışı - hafızalardan kolay kolay silinmeyecek türden.
1960 larda başlayıp 1980 lere kadar süren Brezilya gettolarındaki çete savaşları, yaş sınırı tanımıyor. Çocuklar bırak ergenliği henüz 7-8 yaşlarında öldürmenin, hırsızlığın bilincine varıyorlar. Ve o gettonun çocuğu olup onlardan biri olmamaya çalışan zenci çocuğun gözünden, fotograf makinasından o hayatların hikayeleri dantel gibi işleniyor.
Haftabaşı Almanya macerasının üzerine, yığılmış işlerin yorgunluğu ve son olarak berbat bir cuma günü de eklenince cuma akşamından beklenti, haliyle yüksek oldu. Ama şarap, elma ve "Tanrı Kent" üçlüsü biraz da sohbet haftasonuna iyi bir başlangıç için yetti de arttı bile.
İzlemeyenlere şiddetle tavsiye...

12 Şubat 2008 Salı

Somon Fırın


Dönem dönem sağlıklı yemek yapma krizlerim ilkerin göbeği ile orantılı olarak artıyor. Bir boğa burcu erkeğine göre bile çok ciddi bir kırmızı et tüketimi var. Üstelik bu aralar "sigara içmiyor" olması da (sigarayı bıraktım demiyor kesinlikle) iştahında gözle görülür bir artışla sebep oluyor.
Çocukken evde haftanın en az 2-3 günü balık pişerdi ve ben çok severek yerdim. Barbun lezzeti ile tanışmam çocukluk yıllarıma rastlar. O zamanlar barbun boldu herhalde ki bizim eve çok sık girerdi. Sonra çipura, mezgit, levrek, palamut, çinekop... hepsini severek yerdim. İlker balığa çok düşkün olmayınca evlendiğimden beri çok seyrek yer oldum.
İlknurun işten ayrıldığı ilk günlerdi, yemek yapası gelmiş bizi de davet etti. Fırında somon çok lezzetliydi. Tabi bir kadeh buz gibi beyaz Angoranın eşliğinde en dip detayları anlattırdım, Emre ve İlknura. Ben birilerine yemek tarifi vermekten de birilerinden bazı yemekleri öğrenmekten de acayip keyif alıyorum. Sohbet konusunun yemek olması beni cezbediyor, demek daha doğru olur salında. Somon fırın, hem kolay hazırlanışı, hem doyuruculuğu hem de sayısız faydası sebebi ile denenecekler listesinde "1 numarası"na derhal yerleşti.

Her zamanki gibi son derece kolay hazırlanan bir yemek, evi kokutmuyor ve yemek davetlerinde gerek sunumu gerekse lezzeti sebebi ile tercih edilebilir. Zira Elvanın anneleri geldiğinde 10 kişilik hazırlamıştım, uzun süre iltifatlara maruz kaldım. Marketlerde dilim dilim satılıyor ama filetosunu bulursanız, kılçıksız olduğundan daha kolay yeniyor. Bir de Norveç somonu daha lezzetli, yani iş damak tadına gelince "yerli malı türkün malı"nda ısrar olmuyor maalesef.

Az laf, çok iş...


Neler lazım?
- somon dilim veya fileto (kişi başı 1 adet)
- marinesi için 1 bardak süt ve birkaç diş sarımsak
- isterseniz çok çok az zeytinyağı, ama ben hiç koymuyorum çünkü somon çok yağlı bir balık

Nasıl yapıyoruz?
- Marine etmek için sarımsakları incecik rendeleyip, geniş bir kapta süt ile karıştırıyoruz.
- Somonları bu karışıma yatırıyoruz. 6-7 saat ara sıra ters yüz ederek buzdolabında bekletiyoruz.
- Fırın tepsisine yağlı kağıt seriyoruz, önceden 200 C de ısıtılmış fırında 20 dakika kadar pişiriyoruz.

Yanında salata ve beyaz şarapla bu kolay yemek kısa sürede ziyafete dönüşüyor.

10 Şubat 2008 Pazar

pesto nefisto



Hayatımda hiç pesto soslu makarna yemedim. Tadını bilmiyorum ama deliler gibi canım çekiyor, nasıl oluyorsa:) İnternetten araştırdım, malzemelerini öğrendim. Hazırlığını en az 3 aydır yapıyorum.

3 ay önce İlkerin Uşaktaki halasından bir saksı fesleğen alırken kendimi açıklama yapmak zorunda hissettim :”Pesto sos yapacağım da...” İlkerin “nasıl yani??” bakışını unutamıyorum. Sonra her markete gittiğimizde çam fıstıklarının promosyonlarını bekledim, ne pahalı şeymiş onlar öyle...

vee.. tüm malzemelerin elimde olduğu akşam tamam!! Dedim şimdi pesto zamanı..

Neler lazım?
- 1 demet taze fesleğen,
- zeytinyağı (yarım çay bardağı)
- 1 avuç çam fıstığı
- 2 diş sarımsak
- 100 gr krema
- üzerine kaşar yada mozarella peynir rendesi

Nasıl yapıyoruz?
- fesleğen zeytinyağı, fıstığı rondoya koyuyoruz, sarımsakları da dövüp ilave ediyoruz, en az 3-4 defa çektiriyoruz, karışım yemyeşil bir püre halini alıyor.
- Evde hazırladığım yumurtalı erişteyi kullandım makarna olarak ama hangisi olsa, yakışır.
- Makarnayı süzdürdükten sonra kremayla birlikte karıştırıyoruz, peynir rendesini ilave ediyoruz.

Peynirler eriyor ve dayanamayarak bir tabağı mideye indiriyoruz. Pesto nefisto bişey ama bence biraz ağır... Tabii bu biraz da damak tadıyla alakalı bir mevzu.. Zira ben makarnanın sosunda domates, biber, acımsı bir iştah kabartıcılık ararım, pek benim tarzım değildi kabul etmem lazım. Ama makarnanın kremalısına dayanamayan ilker acayip beğendi.

6 Şubat 2008 Çarşamba

yarın heryerde

Onunla ilk tanışmam 10 yaşındayken İstanbula gittiğimde oldu. İzmirde kimsede görmemiştim. Anneannem sadece başına eşarp takar, öyle saçım göründüydü endişesi de taşımazdı. Zaten saçları beyazlayınca takmaya başladığını anlatırdı, gümüşi saçlarının ne ayıbı vardı hiç sormadım. Bir de annemin 30 yıllık bir arkadaşı vardı, ama evde ve düğün gibi sosyal topluluklarda mutlaka çıkarırdı başörtüsünü. İstanbulda gördüğüm manzara karşısıda korktuğumu hatırlıyorum, Atatürk'ün kılık kıyafet devrimine ne olmuştu? Türkiye'nin bu en büyük şehrinde insanlar nasıl türban takabiliyordu? Burası Anadolu'nun ücra bir kasabası değildi ki... Sonraları ablamdan üniversitede bir arkadaşına türban takması karşılığı ev tutulduğunu, cebinin para gördüğünü öğrenmiştim. Yıllar geçtikçe televizyonda makyajlı türbanlılar görünmeye başladı, önceleri sadece TGRT de sonra hemen her kanalda. Ve tabii medeni duruşuyla övündüğüm İzmirimin kimi semtleri de tanıştı onunla.
Ben İstanbula okumaya gittim, bizimki İTÜ makina, okulun %90 ı erkek, kızların arasında 2 türbanlı vardı o zamanlar. Biri İlkerin sınıf arkadaşı, birgün dekanımız onu yanına çağırdı ve artık türbanını okulda takmaması gerektiğini söyledi. O da hayatımda gördüğüm en gösterişli perukla okula gelmeye başladı.(!)
Yine üniversite yıllarında Merve Kavakçı olayı patlak verdi. Türban gündeme oturdu cuk diye. Hatta hiç unutmam İstiklal caddesinde yürürken bir gençlik programının sokak ropörtajına katılmıştım. Fikirlerimi sormuşlardı. "Ben nasıl mini etekle, kadın kameraman gibi çorapsız meclise giremiyorsam, o da girmeyecek!!" demiştim.
Geçen yıl yine bir Kore seyahatinde Ukraynalı bir hanımla sohbet etmiştik, yıllar geçmiş olmasına rağmen Merve Kavakçıyı unutmamıştı. Koyu bir Hristiyan olduğu boynunda taşıdığı haçtan anlaşılan bayana dedim ki; "siz dua ederken başınıza örtü takıyor musunuz?" " evet" "ama günlük hayatta takmanıza gerek var mı?" " yok" "Bu açıdan bizim dinimizin de sizinkinden farkı yok!!" Annem hayatımda gördüğüm en dindar insanlardan biridir, 5 vakit namaz kılar, cuma öğle saatlerinde ve kandillerde yasin okur, orucunu aksatmaz. Bunun yanında asla türban takmaz, onu bırak, denize girer, ve her zaman "ibadet 4 duvar arasındadır!!" der. Evlerinin müteahit ailesinin tüm gelinleri türbanlıydı, en küçüğü öğretmendi ve başı açıktı. Birgün onunla ve eşi ile karşılaştık, adam "nasıl yakışmış mı?" diye genç kadının türbanını gösterdi anneme. Annem çıldırdı tabii, "iyi düşündün mü? bunlar mı seni zorladı, sen öğretmensin!" diye kocayı görmezden gelerek kıza bir süre yüklendi ama sonunda omuzları düştü, "olan olmuş!"
Türbanı ilk gördüğümden bu yana 20 yıl geçti ve Türkiyenin başından türlü olaylar ,oyunlar... Şimdi heryerde ve bugün radyoda duyduğuma göre ocak ayında 1 numara olarak gündemin zirvesinde.
İlk iktidar dönemlerinde türban konusunda hiçbir çalışmaya yapmayan ve Temmuz seçimleri öncesi kelimeyi ağzına almayan hükümet şimdi anayasayı değiştirme yolunda.
Son olarak AKP nin bu girişimi sebebi ile kapatma davası ile karşı karşıya kalacağının sinyalleri veriliyor.
Bez parçası bugün üniversitelerde yarın heryerde... Gidiş iyi gidiş değil hem de hiç!!!

3 Şubat 2008 Pazar

herkes yemek yapabilir!!


Ratatouille eğlenceli, keyifli, üstelik en iyi orijinal senaryo dalında oscar adayı! ve ödülü alması şiddetle muhtemel!! Hani diyorum ki "Blade Runner"a tepkileri hala devam eden, "Jacket"da konsantrasyonu sıfıra inen bazı arkadaşlar beğendi bu filmi. Demek ki muhteşem!!!
... ve film hakkında son söz : son zamanlarda tek oyunu yemek yapmak olan -teyzesine çekmiş- Duru ile birlikte mutlaka tekrar izlenecek.

Filmin çıkış noktası neymiş ? "Herkes yemek yapabilir!!" Elbette, yemek yapmaktan zevk almak suretiyle herkes yemek yapabilir, aksi halde pişirdikleri gıda maddesinden öteye geçmez.

yemek yapmanın zorunluluk olduğu haller de dahil olmak üzere her türlüsünden inanılmaz keyif alan bendeniz, yiyenlerin aldığı zevki izlemekten de garip bir haz duyarım. Hazır Ratatouille'un "Herkes yemek yapabilir!!" sloganını ilke edinmişken neden uğraştırıcı gibi görünen bir yemeğin kolay yapılışını paylaşmayayım ki?

Bu bir arasıcak aslında. Yani bir ziyafet veriyorsunuz, çorbanız ve de ana yemeğiniz tamam, bunların arasına sebzeli tavuklu krep servisi hoş bir süpriz olur!!!


Krebiydi, beşamel sosuydu, hep uğraştırıcı işler diye bu yemeği yapmaya üşenenlere, knorr un beşamel sosu ile Dr. Qetkerin krep karışımını şiddetle öneriririm.
Malzemeler:
- 2 kabak, 2 havuç, 400 gr mantar
- yarım haşlanmış tavuk göğüs
- Dr. Qetkerin krep karışımı
- 1 paket knorr beşamel sos
- kaşar peyniri rendesi

Hazırlanışı:
- Sebzeleri ince şeritler halinde doğrayalım. Mantarları dörde bölelim.
- Wok ta kızgın mısırözü yağında sebzeleri sotelerken, diğer tarafta krepi ve beşamel sosu hazırlayalım.
- Sebzeler sotelendikten sonra tiftilmiş tavuğu ve beşamel sosun yarısını ilave edelim.
- Bu arada diğer ocakta krepleri pişirelim.
- Karışımı kreplere bölüştürelim ve dürüm haline getirdikten sonra fırın kabına dizelim.
- Sosun kalanını kreplerin üzerine ilave edelim, sonrasında da rendelenmiş kaşarları.
- 200 C de önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişirelim.

Şefin tavsiyesi : Ana yemek olarak tercih edilirse yanına mevsim salata yakışır.